Bayramlar, toplumsal hafızada genellikle barışmakla, bir araya gelmekle, küslüklerin son bulmasıyla anılır.
“Bayramda küs kalınmaz.”
Bu cümle, neredeyse herkesin belleğinde bir yer edinmiştir.
Ama bazen sormak gerekir: Barışmak nedir? Yakınlaşmak ne anlama gelir? Her barışma, yeniden iç içe geçmek zorunda mıdır?
Kimi zaman insanlar, içsel olarak hâlâ yaralıyken, yalnızca “öyle gerektiği için” barışır.
Bayramlar, toplumsal baskıların en yumuşak yüzle karşımıza çıktığı zamanlardır.
Herkesin bir arada olması, gülümsemesi, geçmişi yok sayması beklenir.
Oysa duygular, takvimle hizaya gelmez.
Barışmak, illa ki unutmak değildir.
Yakınlaşmak, illa ki mesafesizleşmek değildir.
Gerçek barış, ancak içsel bir yüzleşmeyle, olanı olduğu gibi kabul etmekle mümkün olur.
Ve bazen bu; sınırlar koyarak, eski dinamikleri sürdürmeyerek, ama kin tutmadan ilerleyerek gerçekleşir.
Psikolojide sağlıklı sınırlar, kişinin kendisini koruması değil; kendisini tanımasıyla ilgilidir.
Neye razı olmadığını bilmek, neyi affettiğini ama neyi tekrarlamayacağını anlamak…
İşte asıl olgunluk burada başlar.
Ve belki de en değerli barış, tam da bu noktada ortaya çıkar.
Bu bayram, yalnızca bir “görüşme” değil, bir “görme” anı olabilir.
Sadece karşımızdakini değil, kendimizi de yeniden görebileceğimiz,
Ne hissediyorsak onu bastırmadan, abartmadan, sakince fark edebileceğimiz bir zaman.
Çünkü bazen en derin barış, dışarıyla değil, kendi içimizle yaptığımızdır.
Kırgınlıklarımızı anlamak, beklentilerimizi gözden geçirmek,
ve belki de en önemlisi: herkesle değil ama kendimizle barışmak.
Bayram, dışarıdan gelen bir çağrı gibi görünse de, aslında içe yapılan bir yolculuğun kapısı olabilir.
Dilerim bu bayram, herkes için hem dışarıda hem içeride gerçek bir iyilik haliyle geçer.
Ve barış, bir zorunluluk değil; bir seçim olarak yaşanır.
İyi bayramlar dilerim.