Günümüzde birçok insan çevresinde kalabalıklar olmasına rağmen kendini yalnız hissediyor.
Sosyalleşmek adeta bir zorunluluk gibi sunuluyor. Herkes birbiriyle iletişim hâlinde; ancak bu ilişkiler çoğu zaman yüzeyselliğin en uç noktasında kalıyor. Kalabalıklar arasında görünür olmak için oluşturulmuş bir algı var. Popüler olmak, geniş çevrelere sahip olmak sanki çok sevilmenin göstergesiymiş gibi sunulsa da, iç dünyamızda görünmezleşiyoruz.
Oysa içten gelen huzur; ne kalabalıklarda ne de gösterişli ilişkilerde bulunur. İnsan, kendine dönmeli ve benliğiyle baş başa kalmayı, sakinliği seçmeyi bilmelidir. Özellikle her şeyin menfaate bağlandığı, içi boş siluetlerin; dışı boyalı ve maskeli ortamların arasında kendini koruyabilmek gerekir.
İster günde yüz kişiyle tanışalım, ister yüz kişiyle sohbet edelim…
Eğer bir gülüşün, bir selamın, bir çiçeğin ya da bir yürüyüşün verdiği huzuru vermiyorsa bunların ne anlamı kalır ki?
Bazen o kalabalıklara karışma isteği, sadece içimizdeki boşluğu doldurmak ya da “sosyal bir insan” algısı yaratmak içindir. Oysa bu, çoğu zaman farkına varılmayan bir psikolojik sorunun ta kendisidir.
İnsan bazen susarak, geri çekilerek, kalabalıktan uzaklaşarak kendini yeniden bulur. Kalabalıklar içinde kaybolmak yerine, yalnızlığın içinde durmak daha anlamlı olabilir. Çünkü o sessizlikte insan kendi iç sesini duyar. Belki de fark etmediği yönlerini keşfeder. Ve o ses, çoğunlukla kişiyi en doğru yere —gerçek “ben” dediğimiz noktaya— götürür.
İşte bu yüzden… İnsan en çok kendine yönelmelidir.
Bazen en derin dostluk, kendi içimize yaptığımız bir yürüyüşle başlar.