Psikanalitik literatürün en çarpıcı tartışmalarından biri, Jacques Lacan’ın sevgi ve nefret üzerine yaptığı yorumlarda gizlidir. Lacan’a göre sevgi ve nefret, birbirinden ayrı değil; aksine birbirini var eden duygulardır. Hatta der ki: “Sevmediğimize kızamayız.” Yani, öfkenin, kırgınlığın ya da nefretin kaynağında daima bir bağ, bir ilişki vardır.
Bu bakış açısı bana hep şunu düşündürür: Gerçekten umursamadığımız birine karşı his besleyebilir miyiz? Hayır. Umursamamak, vazgeçmekle eş anlamlı değildir. Vazgeçtiğimiz şey, hâlâ içimizde iz bırakır. Onu hatırlatan bir şarkı, bir koku, bir sokak köşesi bize yeniden dokunur. Ama umursamamak… İşte orası daha farklı bir boyut. Umursamadığımız kişi ya da olay artık bizde yankı bulmaz.
Hayatta en çok öfkelendiğimiz insanlar aslında en çok bağ kurduklarımızdır. Çünkü onların eylemleri bizim kırılgan taraflarımıza dokunur. Bu yüzden, bazen kızdığımız kişiye bakarken aslında kendimizin incinmiş yanlarını görürüz. Bu farkındalık, öfkeyi dönüştürmenin en kıymetli adımıdır.
Kendi hayatımda da sık sık bununla yüzleşiyorum. Bazen kırıldığım bir dostu, bazen hayal kırıklığına uğradığım bir ilişkiyi düşündüğümde, öfkemin ardında hâlâ bir sevgi kırıntısı olduğunu fark ediyorum. Bu da bana şunu söylüyor: İnsan duyguları siyah ya da beyaz değil. Hem sevip hem kızabilir, hem bağlanıp hem de uzaklaşmak isteyebiliriz.
Ama işte burada ince bir çizgi var: Ne zaman ki artık öfke kalmaz, hayal kırıklığı yerini nötr bir sessizliğe bırakır; işte o zaman gerçek anlamda “umursamamak” başlar. O sessizlikte özgürlük vardır, çünkü artık karşı tarafın bizde yankısı kalmamıştır.
Belki de hayatın olgunlaşmak dediğimiz tarafı, öfkenin arkasındaki sevgiyi görmek, sevgiyi de öfkenin gölgesinden çıkarmakla ilgilidir. Lacan’ın dediği gibi, “Sevmediğimize kızamayız.” Ama belki de biz, en çok sevdiklerimize kızarken aslında en çok kendimizi anlamaya yaklaşıyoruz.