Toprak Ana, yeşil resmini bozkıra çalma saatindeydi.
Gün geldi, gün gitti.
Gün doğdu, gün büyüdü, gün ağardı.
Demir alma vakti gelmişti.
Düne, bugüne, yarına; geçmişe ve geleceğe maya çalıyordu hayatın harabeleri.
Ve her yeni demini tutmuş çayın tazeliği, yerini acımsı son yuduma bırakır veriyordu.
Kapı eşiğinde kulağa fısıldanan ezan,
yine aynı kapı eşiğinde yerini hüzünlü bir salaya devrediyordu.
Vakit dardı, zaman azdı.
Unutmuştuk, unutulmuştuk.
Sahi,
bizler hangi mevsimde kalmıştık?
Hangi sokakta bırakmıştık çocukluğumuzu?
Hangi güneşe bakınca kör olmuştuk?
Hangi karanlıkta yürek pusulamızı söndürmüştük?
Hangi limanda mahsur, hangi denizde rotamızı şaşırmıştık?
En çok da bizler,
vicdanımızı hangi terazide unutmuştuk?
Neydik biz? Kimdik?
Bir miydik, bin miydik?
Yoksa milyon milyon bölünen biz miydik?
Oysa Toprak Ana’nın merhametinden bize de pay biçilmişti.
Oysa yağmurun bereketinden, inancın rahmetinden, sevginin sadakatinden,
saygının metanetinden, üzüntünün gafletinden, nefsin şehvetinden
bize de pay biçilmişti.
İnsandık önce, sonra insanoğlu olduk.
İdrak, kabiliyet, düşünce, yürek ve mantık ile donatılmıştık.
Varlığı kesinleşmiş tüm canlılardan daha üstündük.
Oysa en çok da kendimize kördük;
kendimize düşman, bizi biz yapana yabancı,
insanlığa sağır ve dilsizdik.
Biz neydik? Kimdik?
İnsan olmanın ve insan kalmanın vasfını neden unutmuştuk?..