Bir Psikoloğun Kaleminden
Birçoğumuz hayatımızı “yarın”lara havale ederek yaşıyoruz. “Başlayacağım”, “Yapacağım”, “Bu kez olacak” cümleleriyle kendimizi oyalarken, zaman usulca geçip gidiyor. Fakat kimse bize bu gecikmenin ardında aslında ne olduğunu sormuyor. Oysa ertelemek sadece bir zaman yönetimi problemi değil; çok daha derin bir içsel savaşın dışa vurumu olabilir.
Erteleyen insanın tembel olduğu yanılgısı, onu daha da yalnızlaştırır. Çünkü çoğu zaman bu insanlar içten içe kendilerini kemiren bir iç sesle boğuşurlar:
“Ya başarısız olursam?”
“Ya yeterince iyi olmazsam?”
“Ya kimse beğenmezse?”
İşte bu ‘ya’lar, zihnin içinde yankılanan görünmez zincirlerdir. Kimi zaman mükemmeliyetçilikten doğarlar, kimi zaman çocuklukta duyulan bir “Sen yapamazsın” cümlesinden. Ve biz, kendimizle ilgili bu inançları sorgulamadan sadece günü erteleriz.
Peki neden bu kadar zor başlamak?
Çünkü başlamak, görünmek demektir.
Başlamak, risk almak, sorumluluk almak, kırılma ihtimalini göze almaktır.
Ve bazen, hayal kırıklığına uğrama korkusu, hiç denememeyi tercih ettirir.
Bu, görünmeyen bir savunma mekanizmasıdır: Kendini koruma çabası. Ama ironik bir biçimde, insan kendini korudukça, hayatla bağı kopmaya başlar.
Erteleyen insanlar çoğu zaman zannedildiğinden daha cesur insanlardır. Çünkü her yeni gün, içten içe bir suçlulukla, kendine verdiği sözü tutamamanın yüküyle uyanır. Ve yine de hayata tutunmaya çalışır.
Bu bir tembellik değil, görünmeyen bir tükenmişliktir.
Belki de en çok şuna ihtiyacımız var:
Kendimize anlayış göstermek.
Başlayamamış olmaya rağmen, kendimizi aşağılamadan, yargılamadan, anlamaya çalışmak.
Çünkü bazı başlangıçlar sadece cesaret değil, şefkat de ister.
Ve evet, bazen en büyük adım sadece küçük bir harekettir:
Masanın başına oturmak.
Defteri açmak.
İlk cümleyi yazmak.
Ve kendi sesini yeniden duymaya niyet etmek…
Çünkü ertelenen sadece işler değil, hayatın ta kendisi olabilir.